Yrd. Doç. Dr. Bediz Yılmaz ise “Mersin farklılıkları öldürmediği için gurur duymalı” diyerek, “Korkmaktan vazgeçip, gerçekle yüzleşmeliyiz! Çünkü Suriyeliler gitmeyecekler! O yüzden entegrasyon için daha fazla vakit kaybetmeden harekete geçmeliyiz” dedi.
HEDİYE EROĞLU
Mersin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü, Kent ve Çevre Sorunları Anabilim Dalında öğretim görevlisi iken Barış Bildirisi’ne imza attığı için işine son verilen akademisyenlerden olan Yrd. Doç. Dr. Bediz Yılmaz, göç ve mülteci sorunu ile ilgili sorularımızı yanıtlayarak, önemli açıklamalarda bulundu.
Halen Halklararası Dayanışma Köprüsü Derneği (Halkların Köprüsü) gönüllüsü olarak göç ve mülteciler üzerine bilimsel çalışmalar yapan Yılmaz, özellikle Türkiye’nin şeffaf ve adil bir göç ve mülteci politikası oluşturması gerektiğini söyleyerek, “Bizim iktidardan şunu istemimiz gerekiyor; şeffaf ve haklara bağlanmış bir göçmen politikasına ihtiyaç var. Yani iktidarın sığınmacılar siyasi bir koz olarak kullanmasına izin vermemeliyiz. Biz onlara kendi sırtımızı döndükçe, onları bu tür manipülasyonların içerisinde olmaya tepside kendimiz sunuyor gibi oluyoruz” dedi.
YAPTIĞI BİLİMSEL ÇALIŞMALAR İLE GÖÇ VE MÜLTECİ SORUNLARINA IŞIK TUTUYOR
SORU: Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Göç ve mülteci sorununa ilişkin çalışmalarınızdan biraz bahseder misiniz?
B. YILMAZ: Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nden 1996 yılında “Geçmişten Bugüne Türkiye’deki Gayrimüslim Azınlıklar” tez çalışmam ile mezun oldum.
Yüksek lisansımı ise Paris XII Üniversitesi - Paris Kentbilim Enstitüsü’nde Yüksek Öğretim Kurumu Yurtdışı Doktora Bursu ile “İstanbul Sokaklarında Çalışan Çocuklar, Mekanları ve Aileleri: Kentsel Yoksulluğun Görünen Yüzü” çalışmam ile tamamladım.
Doktoramı da 2006 yılında yine Paris VIII Üniversitesi’nin Fransız Kentbilim Enstitüsü’nde; yine bursla “Göç, Dışlanma ve Çöküntü Alanı Oluşumu: İstanbul Tarlabaşı Mahallesi Örneği” çalışmam ile bitirdim. Ayrıca uluslar arası bilimsel dergilerde yazılarım yayınlandı ve yine uluslararası bildirilere imza attım.
Son 10 yıl ise Mersin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü, Kent ve Çevre Sorunları Anabilim Dalında öğretim görevlisi olarak görev yaptım. Ancak bu yıl Barış Bildirisi’ne imza attığım gerekçesiyle 9 akademisyen ile birlikte sözleşmem yenilenmeyerek işime son verildi. Bu durum bizim araştırmacılığımızdan bir şey eksiltmedi. Bağımsız olarak çalışma yapmaya devam ediyoruz.
Ben ayrıca Halklararası Dayanışma Köprüsü Derneği (Halkların Köprüsü) gönüllüsü olarak göç ve mülteciler üzerine bilimsel çalışmalar yapmaya devam ediyorum.
MERSİN BİR GÖÇ ŞEHRİ
SORU: Mersin, göç ve mülteci sorununa yönelik çalışma yapılacak en ideal kentlerden diyebilir miyiz?
B. YILMAZ: Mersin kurulduğu günden bugüne bir göç şehri. Çünkü Mersin 1860-70’lerde göçmenlerin, Arapların, Levantenlerin ticaret için yerleşmesi ve Yörük’lerin yerleşik hayata geçmeye zorlanması ile biraz yapay olarak kurulmuş bir şehir ve o günden bugüne de özellikle de Cumhuriyet döneminin ortalarından itibaren pek çok zorunlu göç dalgalarına da ev sahipliği yapmış bir kent.
Son yaşadığımız göç dalgasına kadar Mersin’in sayısız hem buraya yerleşme hem de buradan gitme anlamında tanıklık ettiği göçler var. Mersin bir göç şehri ama bunu yönetemeyen bir kent olarak tanımlanmamalı.
Mersin çok ilginç, dinamik bir kent, arada durgunluk dönemleri yaşasa da tarihe bu hep böyle olmuş. Ekonomisinde ki farklı alanlar sayesinde göçlerle bir şekilde de olsa başa çıkabiliyor.
“MERSİN FARKLILIKLARI ÖLDÜRMEDİĞİ İÇİN GURUR DUYMALI”
SORU: Mersinlilik kültürünün olmadığı, herkesin kendi kültürünü yaşattığı ve kentin de bu durumdan olumsuz etkilendiği söylenir. Siz buna katılıyor musunuz?
B. YILMAZ: Maalesef Mersin genelinde ve hatta dışarıda böyle kötü bir bakış açısı var. Ama aslında göçle gelen toplulukların kendi kültürlerini yaşatması kötü bir şey değil. Örneğin dünyada Londra, farklılıkları ile zenginlikleri övünerek bunun reklamını yapan bir şehirdir. Biz ise tam tersine çok renkliliği kötü bir şey gibi görüp, saklamaya, bir potada eritmeye çalışıyoruz. Oysa bu Mersin için çok yanlış bir bakış açısı. Kaldı ki Mersin antik çağdan gelen bir geçmişi var ama kentleşme adına çok taze bir şehir. Dünyada binlerce yıllık geçmişe sahip kentler var. Mersin’in tam olarak bir sahibi yok aslında. Biz çalışmalarımızda da biraz bunu vurgulamaya çalışıyoruz. Mersin’in tam anlamıyla bir sahibi olmadığı için her gelen buraya kendi rengini, dokusunu, kültürünü katabilmiş ve bu da çok pozitif bir yaşam sağlamış. Bu sayede her gelen ‘benim şehrim’ diyebilmiş. Göçle bir araya gelen insanların birlikte yaşayabilmesi adına bu önemlidir. İnsanlara; ‘kendi kültürünü, dilini, dinini, giyim tarzını unut, bizim gibi ol’ demek pek çok açıdan yapılacak en büyük kötülük ve uzun vadede en büyük yanlıştır. Mersin bunun pek çok kente göre çok daha hafif yaşandığı bir kent olarak gurur duymalıdır. O yüzden de buradan bir vurgu yapılabilirse; çok önemli olur. Bu anlamda dünyaya çok güzel bir model bile olabilir Mersin. Tabiî ki sakıncaları, sorunları, sıkıntıları yok değil ama farklı siyasi partilerin yan yana ilçelerde olması dahi çok önemlidir hatta bu durum Türkiye’de de tek diyebiliriz. Bu bizim övünmemiz ve yaşatmak için de çabalamamız gereken bir durum.
“İNSANLIK TARİHİNİN EN BÜYÜK GÖÇ KRİZLERİNDEN BİRİ YAŞANIYOR”
SORU: Göç aslında; savaşlar, çatışmalar, açlık, kuraklık gibi sorunlar nedeniyle çağımızın sorunu. Özellikle de bu yüzyılda insanlık bu acı tablo ile daha yakından yüzleşti. Peki dünya, Türkiye nasıl yaşıyor bu sorunu?
B. YILMAZ: Özellikle Ortadoğu’da, Irak’ın işgali, Arap Baharı ve son olarak Suriye’de 2011 yılında başlayan çatışma ortamı ile birlikte insanlık tarihinin en büyük göç krizlerinden birinin yaşanmasına neden oldu diyebiliriz. Dünyanın gördüğü en büyük kriz çünkü Suriye halkının çok büyük bir kısmı yaklaşık 5 milyon kişi ülke değiştirirken, ciddi bir kısmı da ülke içinde yerinden edildi. Türkiye’ye gelen Suriyeli sayısı bugün resmi rakamlara göre 2 milyon 700 bin kişi olarak açıklansa da bu rakamın çok daha yüksek olduğu bilinmekte. Bu göç dalgasına ne dünya ne de Türkiye hazırlıklıydı. Bu zaten ne kadar hazırlık yapsanız da sarsıntı yaşatacak bir durum. Hangi ülke olursa olsun bu kadar ciddi bir göçle baş etmek sorun olacaktı.
“TÜRKİYE GÖÇ SORUNU İLE İYİ BAŞ ETTİ”
SORU: Dünya göç ve mülteci sorununa çareler arıyor. Peki Türkiye neler yapıyor? Siz bu yapılan çalışmaları yeterli ve yerinde görüyor musunuz? Göç ve mülteci sorununa karşı neler yapılmalı?
B. YILMAZ: Türkiye’nin bu anlamda dünyadan çok geride olduğu kanaatinde değilim. Avrupa ülkeleri zaten sistemlerini göçmenlerin entegrasyonunu sağlayacak şekilde zaten en baştan beri kuruyorlar. Ve göçmenler mülteci olarak tanımlandığı andan itibaren barınmadan eğitime, sağlıktan çalışmaya kadar her türlü hak ile donatılıyor. Milyonlarca kişiye bu hakları veremeyecekleri için de kabul ettikleri mülteci sayısını sınırlı sayıda tutuyorlar. Türkiye ise bu anlamda mülteci sorununu arkadan dolanarak çözmeye çalışıyor.
Şöyleki; Türkiye doğudan gelen sığınmacılara, mülteci statüsü vermiyor. Çünkü mülteci statüsü dediğimiz gibi kişiye uluslararası haklar veriyor. Ama Türkiye mülteci haklarını düzenleyen Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu çekinceler nedeniyle bu hakların tamamını doğrudan gelen kişilere tanımıyor. Bu nedenle de göçmenlere ancak geçiş hakkı veriyor. Transit ülke olmanın getirdiği birtakım yükümlülükler olsa da Türkiye bu uygulama ile çok da yükümlülük almamış oluyor. Suriyeliler’in sayısı o kadar çok yükseldi ki milyonların hayatı Avrupa ile maalesef neredeyse bir pazarlık meselesine dönüştüğü için Türkiye farklı davranmak zorunda kaldı. Türkiye, ‘açık kapı’ politikası ile milyonlara kapı açtı ve insani olarak çok olumlu bir politika izledi. Ancak bu kişilere mülteci hakkı tanımadı. İlk başta değil ama sonradan Suriyeliler geçici koruma altına alındı. Bununla da onlara bazı haklar verdi. İnsani açıdan Türkiye’de yapılanlar, her ne kadar kurumsallaşmamış olsa da çok olumlu olduğunu düşünüyorum. Özellikle sağlık ve kayıt altına alma alanlarında tüm zafiyetlere rağmen Türkiye bu kadar büyük bir göç dalgasının altından aslında o kadar da kötü kalkmadı. Yiğidi öldür hakkını ver demişler.
“ARTIK SURİYELİLERİN EĞİTİM, ÇALIŞMA HAYATI GİBİ SORUNLARINA ÇÖZÜM ÜRETMEK ZORUNDAYIZ”
Fakat artık şu noktadayız; bir kademe atlamak zorundayız. Suriye’deki çatışmaların başladığı 2011’den, 2016’ya aradan 5 yıl geçti. Bizim ilk yani acil durum eylem planlarımız estek-köstek yapıldı. Ama artık bundan sonrasında; buraya Türkiye’ye gelen Suriyelerin en az yüzde 50’sinin burada kalacağı gerçeği ile halk ve devlet olarak yüzleşmemiş gerekiyor. Bugün Suriye’de barış olsa da dahi insanların çok ciddi bir kısmının sosyolojik olarak bildiğimiz dönmeyeceği gerçeğini kabul etmemiz, bizim, onların, devletin neler yapması gerektiğini masaya yatırmak zorundayız. Eğitim, sağlık, sosyal güvence, çalışma hayatı gibi konularda adımlar atmalıyız. Çünkü Türkiye maalesef pek çok konuda olduğu gibi bu konuyu da, ‘kervan yolda düzülür’ mantığıyla kendiliğinden çözüme bırakıyor. Ama burada çok ciddi sorunlar ortaya çıkıyor. Çocuk gelinler, kayıt dışı çalışma, insanlar arasında çatışmalar bu sorunlardan bazıları…
“SURİYELİLERİN KADERİ SİYASİLERİN İKİ DUDAĞININ ARASINDA”
Gelen insanlar çok ciddi sıkıntılar yaşıyor; ‘beni bugün yarın buradan atarlar mı? Saldırıya uğrar mıyım? Bana bir şeyler yaparlar mı?’ endişeleri yaşıyor. En önemlisi geçici koruma hakkı göçmenler için güçlü bir dayanak değil. Yani şuanda ülkemizdeki milyonlarca Suriyelinin kaderi siyasilerin iki dudağının arasındalar. Devlet yetkilileri Avrupa’ya veya Suriye rejimine kızsa bugünden yarına, bir gecede Suriyelileri buradan da edebilir. Çünkü bunlar Türkiye’de daha önce yaşanmış olaylar. Bu durumu siyaset malzemesi olarak kullanmak için bazı şeyler belirsiz bırakılıyor. Ama bu belirsizliğin altında milyonlarca insanın hayatı var. Ve insanlar bu belirsizlik ile yaşama çalışıyor. İnsanların ciddi bir kısmı da bununla yaşayamayacağı için farklı ülkelere göç etmek istiyorlar. Üstelikte bu insanlar eğitimli insanlar. Yani aslında Türkiye’ye çok şey katabilecek insanlar. Ama biz bu insanları elimizde tutamıyoruz çünkü adam mühendis ama mühendislik yapamıyor.
“STK’LAR SİYASİ YAKLAŞTI, ÇÖZÜME KATKI SUNAMADI”
SORU: Sivil toplum kurum ve kuruluşlarının göç ve mülteci sorununa yeteri kadar kafa yoruyor mu?
B. YILMAZ: bu sorun siyasi bir mesele ve gelen insanlar da siyasi kaygıların odağına düştükleri için sadece insan olarak görülmüyorlar. Ya Suriye’deki rejimin yandaşı ya da IŞİD’ci veya AKP yanlısı olarak damgalanıyorlar. Yani herkes birbirinin hedefi haline getiriliyor. Bu soruna insani olarak yaklaşabilecek duyarlı pek çok yapı, göçmenleri, sığınmacıların tamamını radikal İslamcı veya AKP’li olarak damgalayarak, onlara sırtını dönüyorlar. ‘Ölü taklidi yapalım, çeker gider bunlar’ gibi bir yaklaşım var ama bu çok sıkıntılı bir durum. Türkiye’ne göçmenlere her kesim kendi siyasi görüşü doğrultusunda yaklaştı. Bu da sivil toplumun göç ve mülteci sorununun çözümüne katkısının çok sınırlı kalmasına neden oldu. Çok küçük ölçekli çalışmalar da var ama hem bunlar, hem de Suriyelilerin kendi iç örgütlenmelerine verdiğimiz katkı çok cılız kaldı. Yani onlarla birlikte iş yapma pratiğini de çok kazanamadık.
“SURİYELİLERE KARŞI ÖNYARGILIYIZ”
SORU: Türkiye’de Suriyelilere karşı bir korku var mı? Karışmayalım içlerine girmeyelim dürtüsü ile mi hareket ediliyor?
B. YILMAZ: Bir korku var ama bunun nedeni daha çok önyargılar. Özellikle tamamının belli bir siyasi görüşteymiş gibi görülmesi en önemli sorun. Örneğin ‘Neden savaşmayıp da göç ediyorlar?’ sorusu gibi söylemler, tavırlar önyargıları besliyor. Ancak orada bizim bildiğimiz bir savaştan ziyade, çok çeşitli kesimlerin, bugünden yarına değişen konjektörlerin arasında kalmış, hatta birkaç ateş arasında kalmış bir halk var.
Örneğin Mersin Halkların Dayanışma Köprüsü çatısı altında yaptığımız çalışmalardan biliyoruz ki; savaştan kaçıp gelen insanlar ciddi travmalar yaşıyorlar. Bize anlattıkları en fazla hikaye şu: bizi önce devlet bombaladı, sonra IŞİD bombaladı, Ateş altında kalmış, evini, işini kaybetmiş, çocuğunun geleceğini kaybetmiş. En önemlisi de kalırsa; bir tarafa biat etmek zorunda kalacağına inanması. Yani iki kesime karşı muhalif ses çıkaran, bu nedenle de kendine yer bulamayan kesimler Türkiye’ye geliyor. Türkiye’de IŞİD’ci yoktur demiyorum ama IŞİD’den kaçıp buraya gelen insanlara IŞİD’ci muamelesi yapmak biraz ayıp oluyor. Bu da bizim; gelenlere dair çalışmaların daha kayıtlı, şeffaf yürütülmesine yönelik talebimizin haklılığını ortaya koyuyor.
YOKSULLUK İÇİNDELER…
SORU: Mersin’de, buraya gelen Suriyeliler’in çok zengin olduğu ve güllük gülistanlık bir hayat sürdüğüne dair bir algı var. Bu durum doğru mu?
B. YILMAZ: Evet maalesef Mersin’de; buraya gelen Suriyelerin çok zengin olduğuna dair algı var. ‘İşte geldiler kendi okullarını, hastanelerini, işyerlerini açtılar’ deniliyor. Suriyelilerin kendi yarattıkları evrenlere ilişmeme gibi bir durum var. Nispeten Mersin’in Mezitli ve Yenişehir ilçesinde yaşayan Suriyeliler için bu durum böyle olabilir. Oysa ki Mezitli ilçesinin Tece Mahallesi özellikle yoksul Suriyelilerin barındığı bir bölgedir. Nasıl Mersin sınıflı bir yapıya sahipse bu durum Suriyeliler için de geçerli, Her gelen kendi sınıfsal konumuna uygun bir yere yerleşiyor. Ancak bu arada Suriyelerin sırtından zenginleşen çok sayıda kişi oldu. Örneğin evlerini çok yüksek rakamlarla kiraya verdiler, tarlalarda veya iş yerlerinde çok ucuza iş gücü olarak çalıştırdılar. Tüm bunları yaparken ağzını açmayanlar Suriyelileri sahilde yürüyüş yaparken gördüklerinde, ‘Buraları da Suriyeliler bastı’ gibi söylemler üretebiliyorlar. İşte bunlara tepki göstermek gerekiyor. Oysa göçmenlerin her zaman gittikleri yerlere katkıları olmuştur. Bugün Mersin ekonomisine Suriyelerin çok ciddi katkıları var. Bunları inkar edemeyiz. Savaştan çok öncesin dede Suriyelilerin Mersin ile bir ilişkisi vardı. Akrabaları buradaydı veya tatile geliyordu. Biz aşınaydık zaten bu duruma. Türkiye’nin başka çok az kentinde olan bir dil ortaklığı var Mersin’de. Burada Arapça konuşan bir kasiyer ile çok sık karşılaşabilirsiniz. Yani aslında Mersin Suriyeliler ile daha kolay, hızlı entegrasyon sağlanabilecek bir kent.
“EĞİTİMSİZ ÇOCUKLAR 5-10 YIL SONRA NE OLACAK?”
İşte biz olumsuz algıyı değiştirmek için çeşitli bilgilendirme, bilinçlendirme çalışmaları yapıyoruz. Özellikle siyasileri, sivil toplum kurum-kuruluş yöneticilerinin bakış açısını değiştirmeye çalışıyoruz. Biz hep yerli halkın onlardan tedirgin olduğuna yönelik bir bakış açısı ile duruma yaklaşıyoruz: Oysa Suriyeliler ile konuştuğumuzda korkudan evinden çıkamayan insanlar, en küçük bir gürültü de korkanlar ruhsal sıkıntılar yaşayanlar, kalabalık olmadıkları sürece sahile gidip oturamayanlar, ‘bugünden yarına biz bu ülkeden sınır dışı edilir miyiz?’ diye korkanlar, çok yüksek kira ödemeye zorlananlar, iş yerlerinde her türlü sömürü ve tacize maruz kalanlar, bedenini satmak zorunda kalan insanları da düşünmemiz gerekiyor. ‘Biz Suriyelileri değil kendi çocuklarımızın geleceğini düşünmek zorundayız, elimizdeki tüm imkanları kendi çocuklarımız için harcamalıyız, Çünkü bizim çocuklarımız da imkansızlıklarla yetişiyor’ görüşü var. Bu doğru ancak bizim Suriyeliler için yapacağımız her şey aslında kendi çocuklarımız için yaptığımız bir şey. Savaş başladığında doğan ve bu nedenle hiç okula gitmemiş olan Suriyeli çocuklar bugün tarım işçisi olarak hayata atılmış durumdalar. Bu çocuklar bu eğitimsizlikle 5-10 yıl sonra nasıl insanlar olacaklar? Ne tür manipülasyonlara açık bir insan haline gelecek? Sonuçta aynı toplum içinde yaşayacağız ve bu nedenle onların geleceklerini düşünmek zorundayız. İnsanlıktan olmasa bile kendi çıkarımız için bunu düşünmek zorundayız.
“BEDAVA YAŞAMIYORLAR”
SORU: Türkiye’deki Suriyelilerin devlet desteği ile adeta bedava yaşadıklarına dair genel bir kanı var? Bu doğru mu?
B. YILMAZ: Her şeyden önce iktisadi olarak katkılarını kabul etmemiz gerekiyor. “Devlet tüm kaynaklarını onlara ayırdı. ‘Hastanelerden ücretsiz yararlanıyorlar, üniversitelere sınavsız giriyorlar’ gibi ‘Bedava yaşıyorlar’ söylemleri gerçeği yansıtmıyor. Bedava yaşamıyorlar. Üstelik devletin onlara aktardığı kaynakların çok büyük bir kısmı zaten Türkiye’ye bu amaçla aktarılan kaynaklar. Bu anlamda halkımızın alması gerekirken Suriyelilere aktarılan bir kaynak yok. Öncelikle bunu bilmemiz gerekiyor. Buna karşılık Suriyeliler için gönderilen kaynakların büyük bir kısmı Türkiye içinde harcanıyor. Yani bizim ekonomimizde bir devir daim olması sağlanıyor. Türkiye içindeki yardım faaliyetleri ile iye ortaya çıkan sirkülasyon zaten bize yarıyor. Bunun ötesinde zaten kültürel olarak hem farklılıklar büyük bir zenginliktir.
Bizim iktidardan şunu istemimiz gerekiyor; şeffaf ve haklara bağlanmış bir göçmen politikasına ihtiyaç var. Yani onları kendi iktidarının elinde oynattığı siyasi bir koz olara kullanmasına izin vermek zorundayız. Biz onlara kendi sırtımızı döndükçe, onları bu tür manipülasyonların içerisinde olmaya tepside kendimiz sunuyor gibi oluyoruz. Halbuki gelen insanlar çok çeşitli, her kesim, sınıf ve siyasi görüşten insanlar. Biz onlara yaklaşıkça onlarla çeşitli çözümlerde üretebiliriz. Yani onları sadece iktidarın eline bırakmamamız gerekiyor.
“AÇIK KAPI’ POLİTİKASINDAN VAZGEÇMEYEREK, KADERLERİNİN BURADA NASIL OLACAĞINI BELİRLEMELİYİZ”
SORU: Musul’dan yeni bir göç dalgası bekleniyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
B. YILMAZ: Bir büyük göçün üzerine bir büyük göç daha gelecek. Maalesef biz coğrafik konumumuzdan kaynaklanan bir şekilde bu tür göçleri zaten hep şahit olduk, oluyoruz ve olmaya da devam edeceğiz gibi gözüküyor. Bu nedenle çok çok iyi bir göç politikası oluşturulması gerekiyor. Bunun da insani bir şekilde yapılması sağlanmalı. Yani ‘açık kapı’ politikasından vazgeçmeyerek, gelenlerin de hangi haklarla donatılacağını, kaderlerinin burada nasıl olacağını, hem onların hem bizlerin bilmesi gerekiyor. Yoksa bu tedirginlik yaratan bir süreç olmaktan çıkamayız. Yani Suriyelilerin mülteci haklarına sahip olmaları bizim de yararımıza.
Ancak iktidarın kendi politikası gereği mülteci statüsü vermeden ‘vatandaşlık verme’ söylemleri akıl alacak işler değil. Bunlar tuhaf ve karşı çıkmamız gereken siyasi manevralar. Bu tür nefret söylemlerinin artmasına neden olan politikalara geçit vermemeliyiz.
“İKTİDAR HIZLI DAVRANDI SİVİL TOPLUM YAVAŞ KALDI”
Tüm bu sorunların çözümü için bilimsel anlamda çok şey üretiliyor ama ne yazık ki karşılık bulamıyor. Ancak zararın neresinden dönsek kardır. Bu anlamda öncelikle siyasi patilere, sivil toplum kuruluşlarına, sendikalara, derneklere önemli görevler düşüyor. İktidar burada biraz daha hızlı hareket edebildi ama sivil toplum biraz daha yavaş kaldı. Bu anlamda sivil toplum örgütleri hemen bugünden çalışmaya başlasalar ve Suriyelilerin kendi yapılanmaları ile birlikte çalışsalar, bundan 5 yıl sonra çok farklı yerlerde olabiliriz. Şuan sivil toplum çalışmaları alanında kaybedilmiş bir 5 yılımız var. Aradaki boşluğu kapatmak zorundayız çünkü bizim kapatamadığımız her boşluk bir şekilde dolacak ve uzun vadede bunun sıkıntısını yine biz çekeceğiz. Yani o insanların nasıl bir siyasileşme, nasıl bir sosyalleşme, nasıl bir kültürleşme yaşadıklarının sonuçları yine bizler tarafından çekilecek.
Ülkemizin içerisinde bulunduğu sıkıntılı günler nedeniyle ki şuan OHAL’de yaşıyoruz, sivil toplumun da üzerinde ciddi var ama yaşam hakkı öncelikle savunmamız gereken ilk kural. Bunun içinde barışı savunmamız gerekiyor. Böyle bir konjektürde insanlar kapımıza dayandığında ‘almıyoruz’ dememeliyiz. Ama içeri aldıktan sonra da onların ne tür bir kaderle karşı karşıya olacaklarına dair bir söz, eylem üretmekte boynumuzun borcu.