Çocuktum…
Adını ilk duyduğumda beş yaşındaydım. Bir izciydim. Sesleri bayram meydanını inleten bir çocuk kalabalığının içindeydim:
“Mustafa Kemal’in askeriyim, düşmanı ayağımla ezerim!” diye bağırıyorduk hep bir ağızdan.
Ama o yaşta bile, o fotoğraflardaki kalın bulut gibi kaşlara bakmaya korkardım. Sadece resimlerde değil, kalbimizin kuytularında da yer etmiş bir heybetti o.
Bir gün dedemle, Balkan muhaciri dostlarının meclisindeydim.
O zamana dek “kalın bulut kaşlı ihtiyarlar” sandığım o adamlar, aslında ruhu genç, yüzü güleç insanlarmış.
Neşeleri, candan sohbetleriyle etrafa iyimserlik, tevazu ve insan olmanın erdemini saçıyorlardı.
O gün fark ettim: Sert bakışların ardında yılların yorgunluğu, yitirilmiş toprakların sızısı, ama en çok da dimdik bir gurur ve tükenmeyen bir memleket sevdası varmış.
O yaşlarda bu duyguların adını koyup dillendiremiyordum ama çocuksu bir mutluluk yaşadığımı hiç unutamıyorum.
Oradan ayrılırken, her birinden kaptığım 25 kuruş harçlık da günümün neşesi, çocukça sevincimdi.
Okula başladım…
Okuma fişlerinde o adı ilk kez yazılı gördüm:
“En büyük Türk: Atatürk.”
Öğretmenim anlattı:
“Onun da doğduğu topraklar düşman eline geçmişti; ömrü cephelerde geçmişti.”
Selanik düştüğünde, Cumhuriyet’in ışığı Mustafa Necati öldüğünde, bir de garibanların sofrasını gördüğünde gözlerinin nemlendiğin görenler olduğunu O nemlenen gözlerde ne büyük bir insan ve vatan sevgisi olduğunu anlattı.
O gün anladım: Balkan topraklarının adı geçtiğinde aynı gözyaşı ve ah çekişler benim dede ve ninelerimde de vardı.
Biz, aynı acının, aynı kökün çocuklarıydık.
Ve o gün, onunla Balkan hemşerisi olmaktan bir kez daha gurur duydum.
Yıllar geçti… Asker oldum.
Kumandanla Hasbıhal’ı, Nutuk’u okudum.
Ama itiraf etmeliyim: Gençtim, toydum.
Ne kadar okusam da o yaşanmışlığı, o derinliği kavrayamıyordum.
Çünkü henüz yaşamamıştım.
Sonra emir aldım… Gün geldi, emir verdim.
İnsanla, sistemle, sorumlulukla mücadeleyi öğrendim.
Kulağımın üstünden mermiler geçti;
ölüme yatmayı, ölümün üzerine yürümeyi, kendimle ve sevdiklerimle helalleşmeyi öğrendim.
Ama en zoru, “ölmeyi emretmekti.”
İşte o gün anladım, ey Yüce Önder;
senin ne büyük bir komutan, ne eşsiz bir dahi olduğunu.
Yıllar, rütbeler, görevler birbirini izledi.
Her adımda seni bir defa daha anlamaya çalıştım.
Her kararda, her krizde senin ileri görüşlülüğünü, insan sevgini, vatan sevdanı ve millet bilincini yeniden tanıdım.
Evet…
Bedenen aramızda değilsin.
Ama fikirlerin, ülkün, dünya görüşün, yetişen her gençte yeniden can buluyor.
Köklerin hâlâ derinlere iniyor;
inadına daha gür yeşeriyor bu topraklarda.
Ve bugün ben, senin izinden yürüyen bir Türk evladı olarak,
yürekten, tüm varlığımla söylüyorum:
Anlamak zaman alıyor.
Ama bir kez anladığında,
bir ömür yetmiyor o anlamı taşımaya.
“Ne mutlu Türk’üm diyene!”