Keşke, başkalarının çizdiği yolu değil de
içimdeki patikayı yürüseydim;
acil yön tabelalarını değil,
rüzgârın asi sesini dinleseydim.
Sistemin ezberlettiği hayatı değil,
içimdeki masum haritayı cebime koysaydım — ve öylece gidebilseydim,
Önce Kaf dağının ardına… sonra nereye olursa.
Keşke hep uyumlu, sakin, ağırbaşlı değil;
Biraz dik, biraz asi yürüyebilseydim.
Tozlu yollar adımı tanısaydı,
ardımdan bakanlara kalmasaydı bağım,
ama sadece ben kalabilseydim kendimde.
Hayatımı tükettim, Keşke bu kadar çok çalışmasaydım;
gökyüzündeki yıldızlara bakmayı unutmasaydım.
Sahilde martılarla — güneşi batırsaydım…
ve dalıp gitseydim hayallerin içine.
Keşke duygularımı saklamasaydım;
“Seni seviyorum” demek
bir korku değil, bir özgürlük olsaydı dudaklarımda.
O söz, bir kuş gibi konaydı omzuna —
korkmadan, çekinmeden, Bir daha uçmamacasına.
Keşke arkadaşlarımla “yakın” kalsaydım;
unutulan günleri değil,
dağ başındaki kahkahaları taşısaydım yanımda.
Bir sokak lambasının altında
hâlâ yankılanıyor olsaydı sesimiz.
Keşke daha mutlu olmama izin verseydim;
“hak ettin mi?” demeden
içimdeki denize dalsaydım
ve boğulmadan yüzseydim
kendi sularımda.
Ama her keşke,
ölüme açılan ince bir kapıdır.
Yarım kalan cümleler,
yazılamayan mektuplar,
bitmeyen sarılışlar...
Hepsi birikir yük gibi cebimizde.
Ve ölüm geldiğinde,
otogarda unutulmuş bir valiz gibi,
bir market köşesinde unutulan şemsiye misali,
bırakıyoruz ardımızda
gerçekleşmemiş hayalleri.
Sonra…
Biraz toprak, biraz su,
biraz da... Dua…
Bir çiçeğin özüne yürüyoruz en sonunda;
belki bir arı,
belki bir keşke olacağız
bir başka baharda.
İçimizde artık; Ne gençlik isyanının hamlığı var,
Ne yaşlı bilgenin kabullenişi.
Tam ortasında — vicdanın sükûnetiyle,
ruhun asi yankısı arasında;
Unuttuğumuz tek şey--son an’daki O Keşke…